SİKORSKY HELİKOPTERİ VE MÜRETTEBATINI UMURSAYAN BİRİ VARDI!
Tarih her zaman aynıyla mı tekerrür eder? Belli ki koca Mehmet Akif dahi yanılmış, Türk halkının gerçekleri tespitindeki sapmaya sınırsız anlayışımın, hoşgörümün bir sebebi de bu olsa gerek. 15 Temmuz 2016 Cuma günü saat 21.30’u gösterdiğinde tarihte eşine rastlayamayacağınız şer bir vaka yaşandı. Bu gecenin içine neler sığmadı ki!
Vaka-i Şer’in arka planındaki ülkelerin adlarını işitiyorduk; 6 gündür herkesten ırak-gizli tatilde balkona bile çıkmayan ve o gece kendini Başkomutan ilan eden şahsiyetin sesinden. Kötü ruhların şer planlarının harekete geçirildiği ilk dakikalarda “bir hareketliliğin olduğunu eniştesinden öğrenen bu şahsın ancak planlayıcının bilebileceği şekilde anında bu hareketliliğin hangi grubun işi olduğu ve arkasındaki güçlerin kimler olduğunu anlayıp açıklaması” kadar sıradan bir durum olamazdı!
Vaka-i Şer’den 6 gün önce gizlice tatile giderken duyduğu endişe gereği subay yaverlerine dahi haber vermeyen biri ne kadar Başkomutan olabilir? Tatile giderken sanki Hollywood filmlerinden esinlenilmiş gibi muhtemel uzaylı istilasına karşı kaçmak için farklı noktada 3 helikopter bulundurmak da neyin nesiydi? Gerçi o gece yine kendi deyimiyle “Öldürmeye gelenlerden korumak için örümceğin girişine ağ ördüğü Nur Dağı’ndaki Hz. Muhammet yerine koymuştu Tanrı adeta kendisini ve helikoptere gelen askerler Başkomutanlarını göremeden gitmişlerdi”. O gece Başkomutan Tanrının tam bir koruması altındaydı. Öyle ki, Tanrı bu ya, Başkomutanı o gece aslında terörist oldukları sonradan ortaya çıkan bizzat kendi korumalarına, olay yerinden kaçıran pilotlarına, havada kendisine refakat eden F-16 uçağı pilotuna korutacaktı. En sevdikleri MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı darbe olduğunu duydukları halde kendisinden gizleyeceklerdi bu haberi. Kim bilir zaten herkes oyundaki rolünü çok iyi bildiği için buna hiç ihtiyaç duymamış olmaları da bir ihtimal!
Başkomutan eniştesiyle yaptığı bir dakikalık konuşma sonrasında hemen anlamıştı kimin ne yaptığını ve arka planda AB, ABD, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeler olduğunu. Bu ülkelerin gelişmelerden ne denli haberi olduğu tartışmaya açık olsa da, Türk Silahlı Kuvvetlerine ait Sikorsky (S-70) helikopterinin sabahın erken saatlerinde Dedeağaç’a inmesi Yunanistan’ı Vaka-i Şer’den somut etkilenen tek ülke yapacaktı.
Vaka-i Şer gününde Yunanistan’dan olaylara tanıklık eden Türk Deniz Ataşesi olarak benim için artık üç helikopter çok önemliydi.
- Biri örümcek ağıyla örülerek darbecilerin elinden Başkomutanımızı kurtarıp selamete çıkaran ve pilotu terörist(!) olan HELİKOPTER ve UÇAK.
- İkincisi Kara Havacılık Okulundan bir binbaşının MİT Müsteşarlığına giderek Müsteşar’a darbenin başlamak üzere olduğunu ve kendisini almaya geleceğini söylediği HELİKOPTER. Erdoğan üstün cesaret madalyası vermemiş olsa da, MİT Müsteşarının darbe lafını duyar duymaz, darbeyi gerçekleştirecek karargâh olan Genelkurmay Başkanlığına gitmesi ve sonrasında 250 kişinin canına mal olacak şer gecesini umursamayıp, şer günü meydanlarda üyeleri aktif Özgür Suriye Ordusu Komutanı ve Türkiye’nin bütün camilerinde sela okutacak Diyanet İşleri Başkanı ile yemekte olsa da, üstün cesaretin simgesi olarak tarihe geçmeyi hak ettiğini belirtmek isterim!
- Üçüncüsü ise 70 yıldır çözümsüz duran Türkiye ile Yunanistan arasında mevcut onlarca soruna yeni bir başlık daha ekleyen, taşıdığı 8 mürettebatıyla birlikte Yunanistan’a inen TSK’ya ait HELİKOPTER. İlk ikisi Türkiye’nin geleceğinde, bu ise benim hayatımda ve anılarımda istisnai yerini alacaktı.
Türk halkının tek haber kaynağı olan ve tek merkezden algı maksatlı yayın yapan “kara propaganda medyası”, her konuda olduğu gibi tamamı TSK arşivlerinde kayıt altında olan, hatta ikinci bir ülkenin dahi tanık olduğu gelişmeleri, gerçeklerden fersah fersah uzak, korkunç iftiralarla farklı bir şekle büründürecekti. Yalanlarında o denli ileriye gideceklerdi ki, akla ziyan şekilde; bu helikopterin Yunanistan’a gelişine yardım ettiğimi dahi yazacaklardı. Nitekim diğer ülkelerin bizzat tanık olduğu, gözlemlediği somut gerçekler dahi devlet yetkilileri ve kara propaganda medyasınca arsızca saptırılınca, Vaka-i Şer konusunda söyledikleri hiçbir şeyin artık bu ülkelerde anlam bulmadığını görmek sıradanlaşacaktı.
Hükümet yetkililerinin hizip gruplarıyla iş birliği içerisinde kolay da olsa kurguladıkları başarısızlığa odaklı kazanmaları gereken ve titizlikle oynayarak halkı inandırmaları gereken sözüm ona kurtuluş savaşları varken, basit bir helikopterin Yunanistan’a inmesini kim önemserdi ki? Fakat biri bunu çok önemsemişti. İşte benim hikayem burada başlıyor.
Öncelikle, Yunanistan’da da aynı tip helikopter olsa da, helikopterdeki milli sistemlerin başka bir ülkenin eline geçme riskine karşı helikopterin geri gönderilme sürecini başlatmak ivedilik arz ediyordu. Ancak Cumartesi olması münasebetiyle Yunan makamlarından ilgilisine ulaşmak o kadar da kolay değildi. Ne yapacakları konusunda karara varmaya çalışıyor olmaları nedeniyle, kendilerini ulaşılmaz kılmış olmaları da ihtimal dahilindeydi. Aynı şekilde, konuyla ilgili direktif almak için Türk Genelkurmay Başkanlığıyla tüm irtibat kurma girişimlerimiz de Vaka-i Şer’den dolayı sonuçsuz kalacaktı.
16 Temmuz 2016 tarihinde, cehennem ateşinin TSK’yı kavurduğu öğle saatlerine doğru, Yunanistan Milli Harekât Merkezi Amiri Tüma. Stavros Banos beni arayacaktı. Amiral Banos’un ciddi bir konuyu gündeme getireceği sesinden kolaylıkla anlaşılıyordu. Bana, “Halis şu an Yunanistan’a Türkiye’ye ait bir helikopter izinsiz iniş yaptı. Türkiye’nin malı olan bu helikopteri geri göndermek istiyoruz” şeklinde, oldukça pozitif bir teklifte bulunacaktı.
Amiralin teklifinde fark ettiğim eksikliği ise helikopterin kendi başına gelmiş olamayacağını belirterek, “mürettebatı ile birlikte aldırmak için girişimi başlatacağım” şeklinde tamamlayacaktım. Amiral helikopterin geri gönderilebilmesi için “Karadan araçla veya havadan ikinci helikopterle gelecek ilave helikopter personeliyle Yunanistan’daki helikopteri Dedeağaç’tan teslim alabilirsiniz” şeklinde iki hareket tarzını tarafıma iletecekti. Amiralin helikopterle gelen mürettebatla ilgili kısmı cevapsız bırakmasıyla, detayların koordinesini müteakip tekrar irtibata geçmek üzere görüşmeyi sonlandıracaktık. Yunanistan’ın bu pozitif yaklaşımının ve reaksiyonunun aslında hiç de beklediğim bir durum olmadığını ve beni hayli şaşırttığını ifade etmeliyim.
Türk Genelkurmay Başkanlığında yetkili birini bulup helikopter ve personelinin intikalini koordine etmek, samanlıkta iğne aramaktan farksızdı. Mevcut direkt telefonlardan kimseye ulaşamayacaktık. Santral birçok deneme sonrasında bizi Genelkurmay Personel Başkanı Korg. İlhan Talu’ya bağlayabilmişti.
Uzun süre kimseye ulaşamadığımızı belirttiğimiz Korg. İlhan Talu, darbe girişimi sonrası bunun normal olduğundan, ama darbe şüphelilerinin tutuklandığından ve karargâhın sakinleştiğinden bahsetmeyi müteakip, “sadece helikopteri değil, 8 mürettebatını da kesinlikle göndermelerini Yunanistan tarafına iletmemiz” emrini verecekti.
Korg. İlhan Talu ile yapılan görüşmenin akabinde Yunanlı Amirali arayarak, “Türkiye’den helikopterle birlikte gelecek askeri personelin, ilave 8 askeri de alarak helikopteri Türkiye’ye götüreceğini” belirttiğimde; Yunanlı Amiral cevaben “Helikopterin gönderilmesinin Yunan MSB’nin yetkisinde olduğunu, ancak 8 askerin Dışişleri Bakanlığı görev sorumluluğunda olması nedeniyle bir şey yapamayacağını ısrarla tekrar ederek, “Türkiye’den gelecek uçuş kleransını beklediklerini” ifade edecekti. Böylece helikopterin 8 mürettebatını da teslim alma yönündeki ısrarlı talebim sonuçsuz kalacaktı. Türk Büyükelçiliğinin bu aşamada neden topa girip kararlı bir tutum sergilemediği konusunda ise şaşkınlığım devam etmektedir.
Ancak bu gelişmeyi koordine için Türk Genelkurmay Başkanlığını aradığımda Korg. İlhan Talu’nun tutuklandığını öğrenmek benim için sürpriz olacaktı. Daha da ilginç olan ise, her şey bittikten çok sonra teslim olan Korg. İlhan Talu’nun televizyona yansıyan görüntüleriydi. Kendini o karanlık gecenin Başkomutanı olarak ilan eden CB Erdoğan’ın dediğinin tersine, birileriyle girdiği mücadeleden ziyade, sonradan işkence gördüğü yüzüne ve bedenine yansıyan izlerden çıplak gözle görülebiliyordu.
Yunan tarafı bizden “Bir devlet uçağının ikinci bir devlet hava sahasına girebilmesi için Büyükelçilikler aracılığı ile gönderilen izin talebi olan Uçuş Kleransı”nı bekliyordu. Ancak ülkeler arası bir diplomatik zorunluluk olan ve normal zamanda basit bir prosedürden ibaret Uçuş Klerası’nı Türkiye’den almanın ne denli imkânsız olduğunu sonradan tecrübe edecektik.
Bu konuda sorumlu Türk Hava Kuvvetleri karargâhının Vaka-i Şer cehenneminden etkilenmesi nedeniyle; Türk helikopterinin Yunan Hava Sahasından uçuşu için zorunlu Uçuş Kleransını hazırlayacak personel bulanamaması, Türk Dışişleri Bakanlığı kanalıyla kleransın Atina Türk Büyükelçiliğine gönderilememesine yol açacaktı.
15 Temmuz sonrasında gerek darbeyle suçlananların adalara kaçma ihtimali, gerekse Dedeağaç’a inen helikopter konusunun çözümü için karşılıklı irtibatta olduğumuz Atina Türk Büyükelçiliği Birinci Müsteşarı Barış Kalkavan, şahsıma “Dışişlerinin de şu an klerans hazırlayabilecek durumda olmadığını, söz konusu kleransın gelmemesi durumunda kendilerince bir işlem yapılamayacağını, Büyükelçi Kerim Uras’ın birkaç gün daha beklememizi istediğini” belirtecekti.
Ancak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin milli kripto ve gizli bilgilerinin helikopterin içinde olma ihtimalinin verdiği huzursuzlukla, normalde Büyükelçilikçe Yunan Dışişleri kanalıyla yürütülen Uçuş Kleransı alma sürecini üzerime vazife edinerek Yunan Genelkurmay Başkanlığı ile doğrudan gerçekleştireceğim yoğun diplomasi sonucunda, tarihinde ilk kez olacak şekilde; gelecek ikinci helikopterin Yunan Radarına yarım saatlik ikaz vererek Yunanistan hava sahasına girmesini ayarlamaya muvaffak olabilecektim.
Diğer taraftan, helikopterin geri götürülüşü sırasında milli kripto malzemelerinin helikopterde bulunamaması nedeniyle; Türkiye ve Yunanistan makamlarıyla ayrı ayrı yaptığım görüşmelerde “bu malzemelerin mürettebat tarafından Yunanistan’a hiç getirilmediği” ve “bu malzemelerin Türkiye’de sivil arazide bırakılarak havalandığı” bilgilerine ulaşmak da, süreç sonunda rahatlatıcı ayrı bir etken olmuştur.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, mevcut kara propagandanın merkezindeki bir isim olarak temelsiz iftiralarla beni teröristlik/hainlikle suçlayadursun, olması gereken süreci işleterek, vaka-i şer gecesinden sonra Yunanistan’a kaçan Türk helikopterinin 17 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’ye dönüşünü sağlayabilme başarısını ve hazzını yaşadığımı, sizlere vicdanımın huzurunu anlatabilmek bakımından ayrıca ifade etmek isterim.
Peki, Atina Büyükelçisi Kerim Uras ne yapmıştı? Elbette ki, helikopterin Yunanistan’a geldiği ilk anlarda inisiyatif almayarak, Türkiye’deki gelişmeleri beklemeye koyularak süreci oluruna bırakacaktı. Mürettebatla ilgili iltica süreci başlatıldıktan ve iş işten geçtikten çok sonra, Türkiye’deki siyasilerle eş zamanlı aslan kesilerek; “8 mürettebatı bize verin” diye etrafa tehditler savurmaya başlayacaktı. Dostlar alışverişte görsün!
Asıl trajikomik olaylar serisi ise bundan sonra başlamıştır. Ben Dışişleri tarafından tüm dünyaya azılı terörist/ hain olarak ilan edilirken, halkın kendilerine emanet ettiği görevin gereklerini yerine getirmeyen Atina Büyükelçisi Kerim Uras, dönemin Başbakanı Binali Yıldırım’a danışman, sonra ise bugünkü Kanada Büyükelçiliği görevine layık görülecekti. Atina Türk Büyükelçiliği Birinci Müsteşarı Barış Kalkavan ise Rodos Başkonsolosu yapılacaktı.
Sizinle Yunanistan’da benzer ve daha ilginç olayları paylaştığımda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Fakat bu yazıya son noktayı koymadan önce ve gelişmelere baktığımda, aklıma sonradan takılan bir noktayı daha sizlerle paylaşmak istiyorum. İlk zamanlar sadece yetkililerin ve kara propaganda aracı medyanın söyledikleriyle hareket ediyordum. Şimdi düşününce ve sorumlu davrananlarla sorumsuz davrananlara nasıl zıt kamusal davranış tarzları uygulandığına baktıkça sormadan edemiyorum: Ya bu 8 mürettebat gerçekten darbeci olmayıp, kandırıldıklarını fark ettikleri için bir çıkış yolu olarak Yunanistan’a iniş yapmayı tercih ettilerse?
Tahminimce bu soru, yazıyı okuyup da dikkatle düşünen herkesin aklına takılacaktır.
“Peki, o zaman neden Yunanistan’ın 8 personeli Türkiye’ye geri veremedi?” konusunu ise sonraki yazılarımda paylaşacağım.