TEMEL İNSAN HAKLARININ DEVLET POLİTİKASI OLARAK İHLALİ – I
TEMEL İNSAN HAKLARININ DEVLET POLİTİKASI OLARAK İHLALİ – I
Biliyorsunuz, meydanlarda Hükümet başı “MİT nefes kesen operasyonlarla yabancı ülkeden FETÖ’cüleri paketleyip Türkiye’ye getirdi” sözlerini sıklıkla dile getiriyordu. Geçtiğimiz günlerde de Hükümetin propaganda aracı Milliyet’in köşe yazarı ama sözde gazeteci Tunca Bengin, üst düzey MİT yetkilisine dayandırdığı bilgiyle “MİT’in ABD, Almanya ve İngiltere gibi hukukun üstün olduğu, rüşvetle iş yaptırmanın güç olduğu ülkelerde kaçırma girişimi yerine bu ülkelerde bulacakları karanlık tipleri azmettirmek gibi yöntemlerle istedikleri kişileri öldürtmeyi planladığını” alkışlayarak yazdı.
MİT gerçekten de bu tür kaçırma ve suikast girişimlerinde bulunabilir mi?
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce size bir örnek vaka anlatmanın daha iyi olacağı kanaatindeyim.
Tuğgeneral Numan Yediyıldız 15 Temmuz darbe girişimi sırasında NATO adına Yunanistan’ın Larisa kentinde Güneydoğu Avrupa Çok Uluslu Barış Gücü Anlaşması ile kurulan Güneydoğu Avrupa Tugayı (SEEBRIG) Komutanı idi.
15 Temmuz Vaka-i Şer olayları sırasında Yunanistan’da bulunan, her şeyden habersiz Tuğgeneral Yediyıldız, KHK/667’de yer verilen darbeye iştirak ve terörle mücadele gerekçesine dayanılarak, 27 Temmuz 2016 tarihinde, KHK/668 ile TSK’dan atılmıştı.
Tüm bunlar size de “bütün kargalar tamam, bir martılar kaldı” sözünü hatırlatmıyor mu? Türk hükümetinin bu refleksi, yani 15 Temmuz’dan hemen sonra onbinlerce insanın Kamu ile ilişiğinin kesilmesi, net olarak çok önceden yapılmış fişlemelerin varlığını gösteriyor. İşte Tuğgeneral Numan Yediyıldız da bu şekilde ihraç edildi. Belki görevi sonlandırılarak ülkeye dönüşü sağlandıktan sonra TSK’dan atılmış olsaydı, bu denli dikkat çekmeyecekti. Bu şekilde darbeye kimlerin iştirak ettiği daha netleşmeden, tespit edilmeden yurt dışında üst düzey görevli bir Türk generalin terörist ilan edilerek ordudan ihraç edilmesi, doğal olarak Yunan medyasının da dikkatini çekmişti.
Türk medyası ve köşe yazarları Tuğgeneral Yediyıldız‘ı sayfalarına o kadar çok taşımıştı ki, kendisinin Türkiye’ye getirilmesi artık prestij meselesi haline gelmişti. İşte tam bu noktada MİT, 17 Nisan 2014 tarihindeki kanunla kendisine verilen yetkiye dayanarak devreye girdi. Selanik Konsolosluğunda görev yapan Arif Pehlivanoğlu bu sorumluluğu üstlendi. Plan basitti; Tuğg. Yediyıldız’ın günlük planı öğrenilecek, uygun zamanda etkisiz hale getirilerek Başkonsolos Orhan Yalman Okan’ın zırhlı aracıyla illegal şekilde karayoluyla Türkiye’ye götürülecekti. Pehlivanoğlu kurumla irtibatlı olarak mı operasyonu yönetecekti, yoksa 2014’te çıkarılan kanunda öngörülen madalyanın peşinde miydi bilemiyorum.
Sonraki konularımızda detaylı işleyecek olmamız nedeniyle, “2014 yılında Ergenekon, Balyoz, Casusluk ve Fuhuş davaları hükümlülerinin ansızın serbest kalmaları gibi MİT kanun değişikliği de 15 Temmuz’un hazırlıklarından biridir” demekle yetinip konumuza dönelim.
Tuğgeneral Yediyıldız, kendisini arayan Konsolosluk yetkililerine çocukları, eşyalarının toplanması, kira, banka işleri ve eşinin planlı faaliyetlerinden bahsederek Türkiye’ye ne zaman gideceğine veya kafasındaki plana dair emare vermiyordu. Ataşelikten de Generalin ne yapacağı konusunda haber alınmaya çalışılıyordu. Ancak Ataşelik, meslekten ihraç edilenlerle irtibatını kesmiş ve faaliyetlerinden habersizdi.
MİT bir şeyleri gözden kaçırıp, yaptığı planı uygulayamamış ve Generali ele geçirememişti. Ataşeliği ziyaret eden Atina Büyükelçiliğinde görevli MİT personeli Serkan Macit, bu başarısızlık psikolojisi ile bizzat şahsıma “Numan’ın kaçacağını bilseydim, ona göre gerekli tedbirleri alır, onu Türkiye’ye götürebilirdim” diyerek kendini rahatlatma yoluna gitmişti. Normalde bir MİT personeli bu tür açıklamalar yapmaz. Belli ki Çavuşoğlu’nun hakkımda dediğinin tersine, bir MİT personeli bana güvenerek açılacak derecede 15 Temmuz’la veya bu tarz herhangi bir şeyle bir ilgimin olmadığını çok iyi biliyordu.
Türk hükümeti ve kurumlarının mevcut diğer hukuk ihlallerine bir diğer örnek ise; Türkiye’den Yunanistan’a kaçması beklenen Türk mültecilere karşı alınacak tedbirler konusunun Atina Türk Büyükelçiliğinin gündemine girmesidir. Ve Yunan Sahil Güvenliği ve Deniz Kuvvetleri ile irtibattan sorumlu olan Deniz Ataşesi olarak ben de bu sürece dahil edildim.
Büyükelçilikçe çözüm olarak “Push back” uygulaması, yani mültecilerin karasularına girmesi durumunda Yunanistan’ın zorunlu olduğu iltica prosedürlerinin işletilmesine meydan verilmeden, illegal şekilde, çıkış yaptığı Türkiye karasularına botların çekilmesi, sürüklenerek bırakılması” benimsendi. Aslında “Push Back” konusu Türkiye tarafından Yunanistan’ı suçlamaya yarar pekçok örneği de olan haklı bir argümandı. Bu husus Amnesty International, Human Rights Watch ve BM gibi birçok uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarında ağır eleştiri maddesi olarak yer almıştır. Öyle ki, Ege Denizi’nde 12 mültecinin ölümüne sebep olan “Push Back” vakası, AB ve U/A insan hakları örgütlerinin ciddi tepkisine neden olmuş ve 2014 yılında Yunanistan Meclisinde kayıplar için özür dilemek zorunda kalan Yunan Sahil Güvenlik Komutanı Koramiral Dimitrios BANTIAS, 19 Şubat 2014’de emekliye sevk edilmiştir. Buradan da kolaylıkla anlayacağınız gibi, Türkiye’nin uluslararası insan hakları hukukunun ciddi ihlali olan böyle bir politika benimsemesi akıllara ziyandır. Ayrıca, bu illegal girişim konusunda Büyükelçiliğin şahsımla koordineli iş yapma hevesinin; 15 Temmuz’daki hareketliliğin medyaya yansıdığı andan itibaren Büyükelçilikle tam bir uyum ve dayanışma içerisinde hareket etmemizden kaynaklandığını bilmenizde de fayda var.
Yaptığımız telefon görüşmesinde Atina Büyükelçiliği Müsteşarı Barış Kalkavan, tabi ki Büyükelçi Kerim Uras’ın onayı ile “Yunanistan Sahil Güvenlik ve Deniz Kuvvetlerine Türkiye’den Yunan karasularına girecek veya adalara çıkacak Türk vatandaşlarının kayıt işlemlerini yapmadan tekrar Türk karasularına bırakmaları ve mevkiini de Türk yetkililere bildirmelerini rica etmemi” istemiştir. Buna ilave olarak “Kendisinin de bu konuyu Yunanistan’ın ilgili siyasileri ile görüştüğünü” vurgulamıştır.
Bu konu uluslararası platformda Türkiye’yi zor duruma sokacak denli ciddi bir insan hakları ve hukuk ihlalidir. Bu ve benzeri günü kurtarmaya yönelik dış politika uygulamalarının, gelecekte Türkiye’nin karşısına çıkması/çıkarılması kaçınılmazdır. Dahası Türkiye artık Ege Denizi’nde bu konuyla ilgili Yunanistan’a karşı üstünlüğünü de kaybetmiştir.
Başta sorduğumuz soruyu tekrar edelim. MİT gerçekten de bu tür kaçırma ve suikast girişimlerinde bulunabilir mi? Elbette ki bulunamaz! Uluslararası anlaşmalar buna engeldir. Ancak buna rağmen ve maalesef, Türkiye bu konularda yukarıda yer verdiğim Tunca Bengin örneğindeki gibi yandaş medya unsurlarının da azmettirmesi ile pervasızca davranmaya ve ihlallere devam etmektedir. Üstelik, bu kadar çok uluslararası hukuk ilke ve kuralını yabancı bir ülkede dahi ihlal edebilen bir yönetimin, yurt içinde vatandaşlarına yapamayacağı kötülük olmayacağı da açıktır. Kaçırılarak işkence edilenlerin, polis tarafından yeni yakalanmış gibi gösterilmesi örneğinde olduğu gibi.
“TEMEL İNSAN HAKLARININ DEVLET POLİTİKASI OLARAK İHLALİ – II” olarak devam edecek…