444 gün hapis yatmış birisi olarak hapishanelerde yaşananları anlatacağım!
Bugün uydurma delil ve belgelerle 444 gün hapis yatmış birisi olarak hapishanelerde yaşananları ve çoğu içeride olan güzel silah arkadaşlarımızın yaşadıklarını anlatacağım.
18 Aralık 2016 tarihinde Ankara’da kendi ikamet ettiğim ve devlet sistemine kayıtlı adresimde gözaltına alındıktan sonra Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü bahçesinde bulunan spor salonuna getirildik. Buradan da otobüslerle, ellerimiz yol boyunca kelepçeli tutularak İstanbul’a sevk edildik. İstanbul’da ise çeşitli karakollarda 5 kişiden fazlasının uygun olmadığı karakollarda hapçısı, fuhuş yaptıranı, torbacısı, karısıyla kavga edeni, meyhanede kavga çıkaranı vb birçok farklı kişiyle en az 7 kişi 13 gün daha kaldık.
Toplamda 19 gün gözaltında tutulduktan sonra 05 ocak 2017 tarihinde çıkarıldığımız mahkeme tarafından tamamımız tek bir kelime dinlenmeden tutuklandık. İlk aşamada Metris Cezaevine sevk edildik. Burada bir hafta kaldık.
Gözaltından çıkmak, garip ve saçma o ortamlardan bir an önce kurtulmak için tutuklanmayı bile göz almış, yeter ki düzenli bir ortamımız olsun artık diye bekleyen bir insanın psikolojisini düşünün. İşte bizim durumumuz tam olarak da buydu.
Metris’teyken denk geldi. Ailemle kapalı görüş yapma imkânı buldum. Hepsi fiziki olarak iyiydi ama gözlerinin altı torba torbaydı uykusuzluk ve ağlamaktan. Onlar camın bir tarafında ben diğer tarafında ağlamamak için kasıyorduk kendimizi, annem hariç. O dayanamıyordu bu acıya. Babam her zamanki gibi içine akıtıyordu gözyaşlarını. Boğazına düğümlenince kelimeler dönüyor ve uzaklaşıyordu. Yeminler ettiriyordu annem işkence görmediğime. Her şeyi güzel anlatıyordum. Güzel olan şeylerden bahsetiyordum. Nasıl anlatırdım camı kırık koğuşta onlarca adam yer kalmayınca yerlerde yattığımızı, kokan rutubetli duvarları, ellerde yıkadığımız çamaşırlarımızı asacak yer bile bulamadığımızı, günlerdir karla kaplı avluya dahi çıkıp hava alamadığımızı, küçücük bir televizyon önünde sırayla televizyon seyrettiğimizi…
“Her şey çok güzel anneciğim. İyi bakıyorlar bize; merak etmeyin!” demekten başka çarem yoktu. Bir hafta kadar burada da kaldıktan sonra Silivri 6 No’lu Ceza İnfaz Kurumuna nakledildim. Daha adım atar atmaz burada zorlanacağımızı anlamak zor olmadı. Kıdemli infaz memuru tarafından ilk ifade “Artık burada rütbe yok. Makam yok. Yaşlı genç yok. Siz artık asker değilsiniz unutmayın bunu!” oldu.
İçeri girdiğimizde koğuştaki herkesin asker olduğunu görmek bir nebze olsun rahatlattı beni. Koğuş yedi odadan oluşuyordu. @EUCouncil standartlarına göre inşa edilen cezaevinde normalde bir kişilik planlanan odalar zaman içinde 2 kişilik ve daha sonra 2 ranza eklenerek dörder kişilik olmuştu. Yaşam yeri çok dar. Duvarlar rutubetli ve kirliydi.
Ortak kullanım için bulunan 2 tuvalet ve 2 banyo ise pas kusuyordu. Ne yazık ki ilerleyen dönemde 1 kişilik olması gereken odalara bir ranza daha eklenerek 6 kişilik yapıldı. Ve hatta avlumuzun üstüne kuş kafeslerinde olduğu gibi bir de tel gerdiler. Nefes bile aldırtmıyorlardı. Ama inadına gülüyor ve inadına şarki söylüyorduk. En azından artık voleybol oynarken topumuz yan koğuşa kaçmıyordu;)
Gün geçtikçe alışmıştık duvarlara. Her sabah ve akşam diziliyor ve sayılmak için bekliyorduk. Memurlara ulaşabileceğimiz koğuş kapısındaki küçük bir pencereydi. Yemeklerimizi buradan alıyorduk. Her gün bir oda nöbetçi oluyordu; temizlikten, yemek ve çay nöbeti… Biz hala askerdik. Onlar ne kadar değilsiniz dese de biz o üniformayı çıkarmamıştık ve halen de çıkarmadık! Birbirimize de bu çerçevede hitap ediyor ve birbirimizi kırmamaya özen gösteriyorduk. Sabahları avlu kapısı açılınca avluda yürümeye başlıyor ve akşam kapanana kadar burada vakit geçirmeye çalışıyorduk. Ellerinde bulunan yetkileri kullanarak infaz kurumu memurları sürekli taciz maksatlı aramalar yapıyordu.
Aradıkları hiçbir şey olmamasına rağmen koğuşu dağıtıp çıkıyorlardı. Hatta bu aramalarda bizlerin üzerlerine geliyor ve kasıtlı olarak tahrik ediyorlardı. Sınırlarını da iyi biliyorlardı aslında. Dokunmadan sürekli bağırıyorlardı. Ve soruyorlardı; “Memura karşı mı geliyorsun? Memura zorluk mu çıkarıyorsun?” Bir kişi “Evet ve ne var” dese diye bekliyorlardı. Çünkü bu noktadan sonra fiziki müdahale hakları doğuyordu. Alışık değillerdi eğitimli tutuklulara.
Hatta hastaneye çıktığımızda karşılaştığımız diğer tutuklular kendilerine direkt şiddet uyguladıklarını söylüyorlardı. “Siz kanunları kuralları iyi biliyorsunuz. Size dokunamıyorlar. Ama bizi çok ciddi dövüyorlar” diyorlardı. İşte 21.yy Türkiye’sinin hapishaneleri!.. Yüzleri dün gibi aklımda hepsinin. Onlar da mahkemede hesap verecekler. Hepsi değil elbette. Ama kendilerine çizilen sınırların dışına çıkanlar ve kasıtlı olarak bizi tahrik etmeye çalışanlarla benim hesabım.
Hesap çok kabarık beyler hazır olun!
Her KHK ile personel değişiyor. Eski görevliler atılıyor ve tayin ediliyor, personel yenileniyor ve gençleşiyordu infaz kurumunda. Her gelen daha şiddetli saldırmaya çalışıyor, kendilerini bu yolla ispat etmeye çalışıyorlardı.
Sindirme politikasının sonucu!
İki haftada bir 10 dk telefon görüşmesi, haftada bir 30 dk civarı kullandırılan kapalı görüş ve 2 ayda bir yapılan açık görüş anne baba kardeş ve eşle dertleşmeye hasret gidermeye yetmeyince herkes yüzü düşük geliyordu koğuşa. Ben şanslıydım açıkçası annem babam ve kız kardeşim her hafta gelebiliyordu ama eşimin iş yerinden izin alması sıkıntı olduğu için sadece açık görüşlere geliyordu. Bazen iki oğlumu da alıp, bazen birini bazen de onlar olmadan mecburen. Hasta olmasınlar yollarda diye.
Ankara’dan akşam saatlerinde otobüse biniyor, ertesi sabah erkenden Silivri’ye uykusuz ve yorgun varıyor, sadece 45 dakika görüşüp geri dönüyorlardı. Hiç dinlenmeden soluklanmadan. Bir yanım gelsinler, diğer yanım keşke gelmeseler diyordu.Yolda bir şey olacak diye korkuyordum. Söylememiştim oğullarıma babalarının hapiste olduğunu. Yaşları küçüktü. Okuma yazmaları yoktu. İşten ayrıldığımı biliyorlardı ve gayet olgun karşılamışlardı. Büyük oğlum “Olur baba böyle şeyler. Şimdi başka bir iş yaparsın. N’olcak sanki!” deyip babasına moral veriyordu. Ama bu durum farklıydı söyleyemedim. Robot Mühendisi olduğumu, robot geliştirdiğimizi söyledim. İnandılar! Çünkü babaları yalan söylemezdi!.. Onların gözünde her şeyi yapabilirdim. Her geldiklerinde bitmedi mi baba hala diye soruyorlardı. Çok zordu onlara yalan söylemek…
Açık görüşlerde infaz memurları kasıtlı olarak aileler içerideyken sürenin bittiğini avazları çıktığınca bağırarak ağızlarından tükürükler saçarak söylüyorlardı. Aileler ve çocuklar korkuyorlardı. Oğullarımın kucağımda onların bağırmalarıyla sıçradıklarını hiç unutamıyorum.
Büyük oğlum babam gelmeyecek artık biliyorum diyormuş. Küçük oğlumla adam akıllı hatıram bile yoktu tanımıyordu babasını. Onu öpüp kokladığımda yol boyunca otobüstekilere hep onu anlatıyormuş gözleri parlayarak, çıkınca öğrendim. İçerdeyken üzülürüm diye anlatmıyorlardı bana.
Koğuşta acil bir durum olduğunda düğmeye basıyor ve bekliyorduk ama uzun zaman sonra geldiklerinde “Şu an yapılabilecek bir şey yok” deyip geri gidiyorlardı. Dizlerimde ve belimde sıkıntı yaşadım içerdeyken ve hala da yaşıyorum. Tam 4 ay hastaneye çıkabilmek için dilekçe yazdım. Her seferinde çıkaracaklarını söylediler. Sonra çıktığımda yanlış yere sevk etmişler. Sonra MR çekilmek için bekledim.
Avukatım araya girmiş olmasına rağmen yaklaşık 1 yıl sonra MR çekildi. Ama 15 ay sonra tahliye edilirken tedaviye başlanmamıştı bile. Ben en iyilerinden biriydim aslında. Ameliyat olmayı bekleyenler, istediği ilacı bir türlü alamayanlar, derdini bir türlü anlatamayanlar vardı. Hiçbir sosyal imkândan faydalanamıyorduk. Mektuplaşma hakkımız elimden alınmıştı. Ne mektup alabiliyor ne de yazabiliyorduk.
Kasıtlı olarak yazın soğuk su, kışın sıcak su kesiliyordu farklı bahanelerle. Sabahları erken saatlerde 1-2 saat açılıyor ve yıkanmamız bekleniyordu. Birlikteyken korkudan kötü davranan memurlar teke tek kaldığımızda neden burada olduğumuzu,mesleğimizi öğrenmeye çalışıyor ve durumumuza üzülüyorlardı.Önceden görmedikleri kadar kibar ve eğitimli tutuklularla karşılaştıkları için nasıl davranacaklarını da bilemiyorlardı.
İçerideki silah arkadaşlarımın hepsinin yüzü aklımda. O adamlardan terörist çıkmaz. Çıkartamadılar. Çıkartamazlar da! Bunu anlamak için alim olmaya gerek yok. Yalan dolan belgelerle, elle yazılan excel listeleriyle, parayla satın alınmış tetikçilerle bu değirmen dönmez!
Gün geldiğinde bana ve aileme bu yaşadıklarımızı reva görenlerden hesabımı mahkemeler huzurunda soracağım!.. Hiçbir şeye üzülmüyorum sadece bu süreçte ben hapishanedeyken bu acıya dayanamayarak kalp krizinden vefat eden babama doyasıya sarılamadan kaybetmiş olmama üzülüyorum.
Açık görüş günlerimiz perşembeydi. Yine bir perşembe ailem için süslenmiş çıkıyordum görüşe. Beni iyi görsünler istiyordum. Ama bu sefer bir şeyler farklıydı. Annem ve babam yoktu. Kardeşlerim ve eşim vardı sadece ve suratları asıktı. Akşamında “Engin’inime selam söyleyin. Ben gelemeyeceğim yarın herhalde.
Yorgun hissediyorum kendimi” demiş ve o gece vefat etmiş babam. Meğer bir aydır çekiyormuş bu derdi ama çaktırmamış bize.
Kredi Yurtlar Genel Müdürlüğün’de yurt müdürlüğü yapıyordu babam. 2015 yılına geldiğimizde mevcut iktidar o tarihlerde bu kuruma da el koymayı kafasına koymuştu. Bir gün Ankara ziyaretinden dönen Bölge Müdürü babamı ziyaretinde; “Müdürleri arasında en çok çalışanlardan birisi olduğunu, kendisini çok sevdiğini ve yardım etmek istediğini ama kendisinin de ona yardım etmesi gerektiğini” söylüyor ve babamın hemen arkasında bulunan öğrencisinin hediye ettiği büyükçe Atatürk portresini gösterip“Mesela küçültüver şunu, sonra da biraz değiştiriver söylemlerini, duyuluyor.” diyor.
Babamdan ise beklenmedik bir cevap geliyor: “Ben size bir şey sormadım.Çayınızı içtiniz ve lütfen şimdi gidiniz. Ben şerefimi, onurumu ve ATA’mı asla satmadım ve satmam” diyor babam.
ATA’sından, MUSTAFA’sından, KEMAL’inden vazgeçmeyen, gerçek Atatürkçü, gerçek Türk babamın 1 aya kalmadı müdürlüğünü de hukuksuz olarak aldılar ve memurdan daha düşük bir konuma getirdiler.
Bu hakarete dayanamayan babam zaten süresi dolan emekliliğini verdi ve ayrıldı. Sonra zar zor bulduğu sürücü kursu müdürlüğünden kurs sahibi benim durumumu öğrendiği için atılınca adamcağız iyice yıkıldı.
Bir yanda hapiste olan oğlu, babasız torunları, kocasız gelini, hergün evde iki gözü iki çeşme ağlayan karısı ve bir yanda da doktora gitmek için bile bulamadığı belini büken parasızlık.
YA BİAT EDERSİN YA DA ÖLÜRSÜN DEDİLER; O ŞEREFİYLE ÖLMEYİ SEÇTİ,ŞEREFSİZCE YAŞAMAKTANSA!
Babamın vefatında ne cenazesine katılabildim ne de defnedebildim onu. Sadece annemin yanında taziye alabildim babamın evinde. Çok acıydı. Bir yandan anneme moral vermeye çalışıyor ve bir yandan tebessüm ederek güçlü durmaya çalışıyordum göz yaşlarımı içime akıtarak.
Babamı kelepçeli olarak hapishane arabasında sirenler ve askerler eşliğinde geldiğim sokak ortasında görebildim. Tabut açıldı ve 1-2 dakika bakabildim ona. Bembeyazdı ve tebessüm ediyordu. Arkada çok güzel ve namuslu bir hayat, şerefli bir meslek bırakmıştı.
Toprağı bol olsun. Allah rahmet eylesin. Ben babamın oğluyum. Oğullarım da onun torunları. Ben nasıl yetiştim ve davranıyorsam onları da o çizgide yetiştirmek ve eğitmek de benim boynumun borcu dedelerine.
Babam şerefini ve onurunu satmadı. Şerefiyle ölmeyi seçti. Varsın alsınlar canımızı! Ama UNUTMASINLAR bir BÜKER gider bir BÜKER gelir. Hatta benden sonra 2 BÜKER var sırada bekleyen!..
VATAN SAĞOLSUN!..
BU YAZI @BukerEngin TWİTTER HESABINDAN ALINMIŞTIR.