Silivri Cezaevi’nden Özer Kesici’nin mektubu: Çölde Bir Damla Su
Çölde Bir Damla Su
-Yaşanmamış Diyaloglar-
Her kelimesi kucak dolusu bir merhaba olan mektubuma başlıyorum.
Temmuzun harareti koyu bir zehir gibi kanımda dolaşıyor. Adımın okunduğunu duyuyorum ve seçilmiş olmanın haklı gururu ile bir adım öne çıkıyorum. Tam hedefin ortasına düşeceğim Bilinmeze Doğru yolculuğum başlıyor. Kelimeler büyüyor ağzımda, ruhum acıyor. Şimdi tam bu olduğum yerden geriye doğru dönüp bakması çok zor geliyor. Toy ve Uçar olmam gereken bugünlerde, bir Atlas gibi yüklendiğim dertler altında nefesim kesiliyor. Ağlanacak, sızlanacak, isyan edecek zamanımızın bile olmaması, gözlerimiz de hep bir buğu, dudaklarımızda hep bir burukluk olmasına neden oluyor.
Ortak bir paydamız olduğunu anlatmaya çalışan zorunlu kader arkadaşıma yaban gözlerle bakıyorum. Teselliye ihtiyacım yok. Sadece bana ne olduğunu -biliyorsa eğer- anlatmasını istiyorum. Bin küsür gündür sonsuzluk istasyonunun sabit görevlileriyiz. Bizden başka herkes masum ve aslında bizlerin ne kadar özel insanlar olduğumuz iltifatlarından da boğulmuş durumdayım. Savunulmadığımız, yalnız yapayalnız kaldığımız ve yok sayıldığımız gerçeğinin kıskacında bir umut, bir ışık arıyorum. Sadece bir geceliğine rahat bir uyku uyuma uğruna yalanlara inanmaya da razıyım.Benden iki ömür fazla yaşamışın gözlerine ısrarla bakıyorum. “Anlat bir şeyler-Fark etmez sadece anlat” diyorum. Haksızlığa, yanlışlığa ve benzeri belalara uğramış olmanın şokundan hala çıkamasam da, iyi insanlar, bilgeler ve diğer bir sürü örnek insanların hayatlarını incelediğimizde, uğradıkları felaketlere bakıp, bu bizim başımıza gelen nedir ki deyip avunmaya çalışıyorum. Ne ki kendimi yüceltme kaygım yok ama kelimeler yetmiyor. Sonsuzluğa tutunmak, ne olursa ne kadar sönük olursa olsun bir umuda tutunmaktır mahkumun elindeki.
Gözlerimiz nemleniyor ama bütün çığlıklarımızın saklı olduğu o bir damla yaş, tam göz ucunda öylece duruyor. Tazelediğimiz çaylardan birer yudum alıyoruz. Devam et diyor, sonra ben anlatacağım; “Arkada bıraktıklarımız, sevdiklerimiz var. Ben onlarsız yapamam mı? Yoksa onların bana ihtiyacı mı var? Milyonlarca zor sorular var aklımda. Cevaplarından hoşlanmadığım sorular sormamaya çalışıyorum. Bir Hayal dünyasında yaşamak çoğunlukla tek çarem.
Ben, düşmana karşı yetiştirilen ASKER, Şehitlerin, Gazilerin yoldaşı olan Ben; Ne zaman düşman olduğum bize? Ne zaman düşman olduk kendime? Üniformamı kim aldı üstümden? Gençliğimi, ruhumu, canımı feda etmeye hazır olduğum değerlerimize, nasıl oldu daha bir gecede yabancı oldum? Eğer şöyle, eğer böyle yapsaydım tekrar dost bellenir miydim? Karanlık bir büyü gibi bağlanmış tüm yollarım müebbete. Cevapsız soruların tımarhanesindeyim.
Genç yaşıma aldırış etmiyor kör olmuş gönüller. Ayıp mı? Yazık mı oldu Bana, arkadaşlarıma? Hak mı bunlar? Kimin umurunda? Gencecik gözler, ihtiyar ihtiyar gülümsüyor umutsuzluğa. Haydi, hergün birer şamar gibi açılıp açılıp suratlarınıza kapanan demirkapılar sonsuzluğa açılsın. Zannedilmesin çiçeklenecek solgun yüzlerimiz. Kendi topraklarında haymatlos olmuş bizler, hangi hayatı yaşamaya başlayacağız?
Köşe kapmaca oynama yaşını az biraz geçmiştik buraya geldiğimizde; Biz, henüz çocuksu ses tonlarımızı geride bırakmıştık. Şimdi yılkı atları gibi başıboş koşturuyoruz 17 adımlık avluda. Açık görüş günleri için özenle içecekler, meyveler biriktiriyoruz ailelerimize. Üzülmesinler diye solgun yanaklarımızı çimdikliyoruz.
Dünya literatürüne merakımız da var biraz. Tolstoy, Kazancakis Canus ve adını telaffuz edemediğim nicelerinin sayfalarında kayboluyor günlerimiz. Karanlığın musluğundan yıkanan mutant bir kuşak olmanın dertlisiyiz. Kimselere anlatamıyoruz derdimizi. Dağlandı dillerimiz, mühürlendi sözlerimiz. Bir de sessiz gecelerimiz var, dua heceliyoruz bildiğimiz kadar. İyi ki “O” var tek gerçek sahibimiz.
Buradaki her gün, aslında dün hatırlanmaya değer olmayan boş hatıralar sağanağı. Ailelerimizin geldiği günler hariç elbette. Bir de mektuplar var. Bugünler birden “bugün” oluyor. İnsan olduğumuzu, sevildiğimizi anladığımız günler, işte “bugünler”. Bir de “Yarınımız, var. Sevenlerimize, -aynık alabilirsek bizim de sevebileceğimiz- kavuşacağımız gün “Yarınımız, olacak. Biz, hergün “Yarınımıza, uyuyoruz”. Sonra bir süre sessiz kaldık. Sıkılan dişlerimiz arasında belli belirsiz bir tebessüm, sustuk.
Kendi bildiklerinden ufak bir hikaye anlatayım dedi ve belki bugün değil ama yarına bir cevap olur diye ekledi.
“Bir Varmış, bir hep varmış işte. Zaten birin var olduğu yerde ne yok olurmuş ki? Kadim zamanlardan bir zamanda çok zengin bir Arap şeyhi varmış. Zenginliğinin göstergesi de meşhur Arap atlarıymış. Bu atlar için de bir at varmış ki tüm yarımadanın dilindeymiş. Diğer şeyler kıskançlıklarından ne yapacaklarını bilemezlermiş. Bir gün bir araya gelerek, dönemin en meşhur hırsızını kiralamışlar. At çalma görevini bu hırsıza vermişler. Hırsız, şeyhi günlerce takip etmiş ve bir gün Şeyhin o güzel atıyla beraber çölde tek başına gezmeye çıktığını görmüş. Tam günün en sıcak zamanında, şeyhin geçiş yolu üzerinde bir yerde yatmış ve inlemeye başlamış.
“Su, su, günlerdir susuzum, lütfen bir damla su” diye. Şey inleyen adamı görür görmez, o dillere destan atından atlamış ve elindeki kırmayı susuzluktan ölmesin diye çatlamış dudaklara uzatmış. Canlanmış gibi yapan adamın suratında yılansı bir tebessüm belirmiş. Şeyh, tuzağa düşürüldüğünü hemen anlamış ve yıldırım hızıyla atını bıraktığı yere doğru bir bir bakış atmış. Ancak atın artık orada olmadığını görmüş. Şeyh, başlamış ağlamaya, ama ne ağlama, gözyaşları, hıçkırıklar, ahlar, vahlar… Bir süre sonra utanmazın canı sıkılmış, “Eeeee ne ağladın ya. Bir at işte, daha sen de binlercesi var” demiş. Şeyh, utanmazın gözlerine bakarak ağlamayı bırakmış ve demiş ki “beni yanlış anladın. Atımın çalınmasına sadece üzüldüm ben. Ağlamamın sebebi ise senin yaptığın vahşetedir. Ağlıyorum çünkü sen öyle bir şey başlattın ki artık bundan sonra ÇÖLDE BİR DAMLA SU isteyene KİMSE inanmayacak.
Özer Kesici
Yarınlara Selam Olsun.