TÜRKİYE YÖNETİMİNDE İRAN ETKİSİ

DİLAVER DERVİŞ

Giriş

Tarihe bakıldığında Osmanlı Devleti ve İran Devleti arasında kadim bir düşmanlık olduğu göze çarpmaktadır. Bu anlaşmazlığın nedeni -Osmanlı Devletinin Sünni İslam’ın temsilcisi olması, İran’ın ise Şii İslam ekolünün temsilcisi olması sonucu ortaya çıkan rekabet- şeklinde ifade edilmektedir. Hatta Osmanlı tarihçileri ne zaman bir sefer veya fetih hareketi olsa, İran kaynaklı bir isyan hareketiyle karşılaşıldığını iddia etmektedir. Cumhuriyet tarihinde ise Kasr-ı Şirin anlaşması sonucu bir denge sağlandığı söylenebilir. Bununla birlikte irtica tehlikesi söyleminin güç kazandığı 90 lı yıllardan itibaren İran rahatsızlığı iç gündem olarak kendine yer bulmuştur. 2000 li yıllardan itibaren AKP iktidarıyla birlikte Türkiye yönetiminde İran etkisi yükselişe geçmiş ve görünür hale gelmiştir. Ülkelerin komşularından etkilenmesi doğal bir durumdur. Ancak Türkiye yönetiminin İran etkisine girmesi bir problem midir? Buna bakalım. Öncelikle hangi devlet olursa olsun bir ülkenin güvenlik sırlarının diğer ülkelerle paylaşılması başlı başına bir problemdir. Detaylarını sonra vereceğim bu konudan ayrı olarak, Avrasya ekolünün sınırları içinde kabul edilen İran’a yakınlaşmanın medeni dünyada Türkiye’ye bir faydası da yoktur. Rusya, Çin ve İran gibi ülkeler savunma alanında gelişmiş ülkeler olsa bile, değerler bağlamında Türk toplumuna bir şey sunacak durumda değildir. Bu devletlerde siyasi baskı, siyasi cinayetler ve işkence, hukuksuzluk, şeffaf olmayan yönetim, özgürlük sorunları vb. birçok problem bulunmaktadır. Tabi ki batı bloğu ülkeleri sütten çıkmış ak kaşıkdeğildir. Ancak kendi vatandaşlarına sunduğu demokrasi, bağımsız hukuk, özgürlük ve şeffaflık takdire şayan olduğu gibi Türkiye’nin de ihtiyaç duyduğu bir modeldir. Demokrasiden ve hukuktan uzaklaşan ve Avrasya bloğuyla dans eden mevcut yönetimin ülkeyi getirdiği durum bunun göstergesidir. Ayrıca İrancılık ekolünün en güçlü savunucularının bile, ters bir rüzgâr estiğinde kendine sığınacak yer olarak batı ülkelerini seçmesi de bunu ortaya koymaktadır. Bu gerekçelerle ülke yönetiminde İran etkisi kabul edilecek bir durum değildir. Devam eden bölümde böyle bir etkinin var olup olmadığını birkaç başlıkta inceleyeceğim.

Siyasal İslamcılarda İran Sevgisi

1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi Türkiye’deki İslamcılar için -kafalarındaki modelin hayata geçirilebileceğini görmeleri bakımından- bir dönüm noktası olmuştur. Şii İslam karakteristiğine rağmen İslamcı dergilerde İran devrimine övgüler dizilmiş, Türkiye İslamcıları içinde bu kaynaklardan beslenen çok sayıda insan yetişmiştir. Bu kişiler milli görüş hareketi içinde ve devam eden süreçte AKP içinde kendine yer bulmuşlardır. İslam devriminden itibaren devrim fikrini ihraç gayreti içine giren İran yönetimi bu tarihi fırsatı değerlendirerek AKP içindeki muhipleri aracılığıyla tarihte olmadığı kadar bir etkinliğe ulaşmışlardır. O kadar ki, Recep Tayyip Erdoğan 2014 yılında İran’a yaptığı ziyarette İran bizim ikinci evimizdir  cümlesini kurabilmiştir. 

“Tevhid Selam Kudüs Ordusu”  Casusluk Soruşturması

Bugünlerde Selam Tevhid Kumpası diye kamuoyunda yer alan bu soruşturma, İran adına casusluk yapan bazı şüphelilerin tespiti üzerine 2011 yılında başlamış ve devam eden süreçte derinleştirilmiştir. Bakmayın bugünlerde kumpas diye adlandırılmasına! Derinler ve hırsızlar ortaklığına ait medyada bir şeye kumpas deniyorsa kesinlikle arkasından pis kokular gelmektedir. Bunu nereden biliyoruz? Ergenekon sözde ”Kumpas” davasından. Kumpas dedikleri Ergenekon Terör Örgütü davasında tüm konjüktürel şartlar lehe olmasına rağmen mahkeme ”deliller uydurma diyemeyiz” kararı vermişti. Bu kapsamda Tevhid Selam Kudüs Ordusu soruşturmalarının tarihçesi hakkında bilgi vermek faydalı olacaktır.

  • Tevhid Selam Kudüs Ordusu örgütüne karşı ilk soruşturma DGM savcısı Hamza Keleş tarafından 2000 yılında başlamış ve dava hâkim Hüseyin Eken başkanlığında görülmüştür.
  • Örgütün Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Taner Kışlalı ve Muammer Aksoy cinayetlerinin faili olduğu tespit edilmiştir.
  • Aynı savcı Hamza Keleş, Fetullah Gülen iddianamesini hazırlamış ve Gülen’e gıyabı tutuklama istemiş ve aynı mahkeme başkanı Hüseyin Eken’de davaya bakmıştır. 
  • O tarihte yargılanan, ceza alan ve 2004 te AKP affıyla kurtulan bazı kişiler, 2011 yılında başlayan soruşturmaya da konu olmuştur.
  • 2000 öncesi terör eylemleriyle adını duyuran örgüt, kendi muhiplerinin iktidar aparatında yer almasıyla kamu görevlilerini angaje etme veya istihbarat toplama görevi kapsamında yeniden yapılanmıştır.
  • Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan ve sonrasında webten kaldırılan listede, 12 terör örgütü içinde 11 inci sırada Tevhid Selam Kudüs Ordusu Örgütü yer almıştır.
  • Bu örgüt kapsamında verilen cezalar için Yargıtay’ın 2002 ve 2006 yıllarında farklı onama kararları bulunmaktadır.

Bu bilgiler, böyle bir terör örgütünün varlığını ikna edici boyutta ortaya koymaktadır. 2011 yılında başlatılan soruşturmanın dosyasında ise yine inkâr edilemez ve ikna edici boyutta şok bilgiler yer almaktadır. Hatta ”bu soruşturma başka bir ülkede yapılsa istihbarat teşkilatı lağvedilir yerine yenisi kurulur” yorumunu yapanlar bile bulunmaktadır. Şöyle ki;

  • 193 şüphelinin yer aldığı dava dosyası, eki delillerle birlikte 107 klasörden oluşmuştur.
  • İran adına casusluk yaptığı tespit olunan şüphelilerden, savunma sanayiine ilişkin projelerin detayları, Halkalı Nükleer Araştırma biriminin çalışmalarına ait bilgiler, Harita Genel Komutanlığı tarafından üretilen ve kaybı veya paylaşılması durumunda ağır ceza yargılamasını gerektiren özel haritalar, Amerika ve İsrail Konsolosluklarına ilişkin keşif bilgileri ve birçok kamu personeline ilişkin bilgiler ve değerlendirmeler ele geçirilmiştir.
  • Soruşturma kapsamında 4 hücreli bir yapı ve her yapının başında İranlı diplomat görünümlü İran Devrim Muhafızları Ordusu bağlantılı kişilerin bulunduğu tespit edilmiştir.
  • 1 inci hücrenin başında İranlı (sözde) diplomat Naser Gafari görev yapmıştır. Bu hücrenin görevi, kamu görevlilerini İran ilke ve politikaları çerçevesinde angaje etme, bu kamu görevlilerinden elde edilen bilgileri (güvenlik ve devlet politikası başta olmak üzere) İran makamlarına raporlamaktı. Bu hücrede faaliyet yürüten Hüseyin Avni Yazıcıoğlunun, Naser Gafari ile 2009-2012 yılları arasında her ayın 15 inde düzenli olarak 30 un üstünde buluşma gerçekleştirdiği, dosyalar paylaştığı tespit olunmuş ve bazıları fotoğraflanmıştır. (Hüseyin Avni Yazıcıoğlu hakkında başka ilginç bir anekdot ise 28 Şubatçıların tankları yürütmesine sebep olan ”Kudüs Gecesi” nin organizatörü olmasıdır.)
  • 2 inci hücrenin başında İran Devrim Muhafızları Ordusu generallerinden (Hüseyin) kod adlı Seyit Ali Abkar Mirvekili bulunmaktaydı. Bu hücrede Hakkı Selçuk Şanlı, (Furgan) kod adlı eski AKP milletvekili Faruk Koca, (Emin) kod adlı Hakan Fidan bulunmaktaydı. Aynı zamanda 17 Aralık soruşturmasında şüpheli olan Hakkı Selçuk Şanlı, Uğur Mumcunun aracına bombayı koyan Ferhan Özmen’i İran’a eğitim için götüren ve İrandan gelen parayı her ayın 1-5 i arasında Uğur Mumcunun katillerinin ailesine dağıtan kişiydi. Faruk Koca ise dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Keçiören’deki evinin sahibiydi. Başbakanın Obama ile başbaşa yaptığı görüşme ve Bakanlar Kurulundaki mahrem konular da dâhil olmak üzere birçok bilgi bu hücre tarafından raporlanmıştır.
  • 3 üncü hücre yine Naser Gafari tarafından yönetilmekteydi. Bu hücre, medya yapılanması kurmak ve ulusal basının etki ve kontrolü amacıyla faaliyet yürütmekteydi. TRT ve Anadolu Ajansı gibi kurumlara İran’a angaje kişilerin yerleştirilmesi ve bu suretle basın-yayın faaliyetlerine etki edilmesi amaçlanmaktaydı.
  • 4 üncü hücre tamamen İranlılardan oluşmaktaydı. Bu hücrede bilgi toplama ve raporlama faaliyetlerini yürütmekteydi. Dosyayı kapatmak için görevlendirilen savcı İrfan Fidan tarafından takipsizlik verilmesi üzerine bu hücre ve diğer hücrelerdeki İran vatandaşı 26 kişi apar topar ülkeyi terketmiştir. 

Bu bilgilerden sonra Türk devlet yönetiminde İran etkisi var mıdır, yok mudur? Siz karar verin

Bürokraside İran Uzantıları ve ”Yüzyılın Ataması” Hakan Fidan

Soruşturma dosyasına bakıldığında kamu personelinin istihdamına yönelik faaliyetlere müdahale şeklinde veya mevcut kamu personelinin angaje edilmesine yönelik hediye verme ve ziyaret gibi faaliyetlerde bulunulduğu göze çarpmaktadır. Bu kapsamda güvenlik ve istihbarat bürokrasisi başta olmak üzere ilgili kurumlara yerleştirilen veya angaje edilen (devşirilen) eleman sayısı an itibariyle meçhuldür. Dosyada başka bir çarpıcı bilgi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkındadır.

Mahkeme kararıyla yapılan dinleme tapelerinde Hakan Fidan’ın (Emin) kod adıyla, Seyit Ali Abkar Mirvekili’nin başını çektiği hücrede, İran ilke ve politikaları kapsamında faaliyet yürüttüğü tespit olunmuştur. 2013 tarihli bir tapede İran ajanları S.Arslantaş ve H.Özkan arasındaki konuşmada Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığına atanması hakkında Yüzyılın Ataması” şeklinde yorum yapılmıştır. Bu bilgilere bakınca ”bu soruşturma başka bir ülkede yapılsa istihbarat teşkilatı lağvedilir yerine yenisi kurulur” değerlendirmesinin ne kadar yerinde olduğu anlaşılmaktadır.

Avrasyacı Ergenekon Örgütünün Türk Devlet Yönetiminde Etkinliği

Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık sonrası ciddi delillere sahip hırsızlık ve yolsuzluk soruşturmalarından kaçmak için Ergenekon derin yapısıyla ortaklığa mecbur kalmıştır. 15 Temmuz’a giden yolda Ergenekon, yaptığı fişlemeler ve yıllarca tecrübe edindiği illegal faaliyetleriyle Recep Tayyip Erdoğan’a destek vermiştir. Bu kapsamda birçok devlet kademesinde tekrar Ergenekon uzantıları mevzi kazanmıştır.

Geçmişte Türkiye İran olmayacak söyleminin sahibi, bugünlerin Avrasyacısı Ergenekon/Perinçek’in, İran’da ağzının suyu akarak 30.000 kişilik TSK mensubunu nasıl tasfiye ettiğini anlatması sıradan bir olay değildir. Buna ek olarak Ergenekon baskısıyla hükümetin Rusya, İran ve Çin ile temsil edilen Avrasya bloğuna nasıl kaydığına da hepimiz şahitlik etmekteyiz. Yani gerekmesi halinde İran ülkemiz üzerinde sadece kendi seveni kamu görevlileri eliyle değil, aynı zamanda Ergenekon uzantıları aracılığıyla da etki alanı oluşturabilmektedir.

Kendi Menfaati Dışında İlkesi Olmayan ve Paraya-Mala Tamah Eden Yöneticilerin Varlığı

Bir ülkeyi yönetenler ilkesiz ise, para, şantaj ve tehditle yola getirilebiliyorsa bu sadece İran için değil, birçok ülke için büyük bir fırsattır. 17 Aralık yolsuzluk soruşturması göstermiştir ki İran bu avantajı faydaya çevirmiş, haysiyetsiz yöneticilere verdiği rüşvetlerle nükleer silah geliştirmeye devam edebilmiştir.

İran’a mal satmak varken bunu hayali ihracatla, altınla ikame ederek rüşvet alma, ulusal ekonomiye gelir yazılacak kalemleri kendi hanesine yazma ihanetin küçük bölümüdür. Asıl ihanet, alacağı rüşvet pahasına Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla güç dengesi sağladığı sınır komşusuna nükleer silah çalışmaları konusunda nefes aldırmak ve imkân sağlamaktır. Dillere pelesenk olan ”vatan hainliği” kelimesi bence en çok buraya yakışmaktadır. Türkiye tarihinde çok farklı ihanetler görülmüştür ama bu kadar adi olanına ilk kez şahit olunuyor!

Sonuç

Amacım bu yazıda İran halkına veya belli bir dini akımın temsilcilerine düşmanlık yapmak değildir. Ve hatta söyleyebilirim ki İran, Rusya veya Çin gibi ülkeler kendi vatandaşlarının refah, huzur ve mutluluğunu da tehdit etmektedir. Ayrıca hiçbir bağımsız ülke -İran veya başka bir ülkenin- en mahrem kurumlarını kontrol altında tutmasını ve bağımsızlıklarını tehdit etmesini istemez. Bir milletin millet olmasının en önemli vasfı bağımsız olabilmesidir. Batı bloğu ülkelerine de bakışım aynıdır. Batıyı örnek alışım onların mandası olacağımız, bağımsızlığımızdan ödün vereceğimiz anlamına gelmemelidir. Batının demokrasi, hukuk, insan hakları gibi değerlerinin tam manasıyla kendi toplumumuza entegre edilmesidir kastım. Türkiye’nin daha iyi yönetildiğini göreceğimiz günler ümidiyle…

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *