Türk Usulü Koronavirüs ile Mücadele “Allah’ın bir Lütfu”
Tek gündem Corona…
Koronavirüsü salgını bağlamında Türkiye’nin gösterdiği reaksiyonların yeterli olup olmadığı hususuna başka bir açıdan bakmaya çalışalım.
Genel geçer bir kabul var ki ülkeler Koronavirüsü konusunda farklı politikalar izliyor ve bu politikalarını seçmelerinde kendi iç dinamikleri ve/veya politik hedefleri söz konusu. Virüsün ilk görüldüğü Çin haricinde birkaç örnekle durumu açalım.
Tek gündem Corona…
Koronavirüsü salgını bağlamında Türkiye’nin gösterdiği reaksiyonların yeterli olup olmadığı hususuna başka bir açıdan bakmaya çalışalım.
Genel geçer bir kabul var ki ülkeler Koronavirüsü konusunda farklı politikalar izliyor ve bu politikalarını seçmelerinde kendi iç dinamikleri ve/veya politik hedefleri söz konusu. Virüsün ilk görüldüğü Çin haricinde birkaç örnekle durumu açalım.
İngiltere’nin “doğal seleksiyon” veya başka ifadesiyle “sürü bağışıklığı” politikasını benimsediği, bu durumu seçmesinde ise yeterli olmayan sağlık alt yapısının gösterilebileceği düşünülebilir.
ABD’nin ise, Çin’de virüs ilk varlık gösterdiğinde önlem almak yerine, oldukça geç hareket etmesinin arkasında, küresel ekonomik ve askeri bir güç olmasına bağlı olarak kendince dengelerini düzenledikten sonra reaksiyona geçmeyi seçmiş olabileceği değerlendirilebilir.
Diğer taraftan bir bütün olarak AB ülkelerinin ise bir birlik gibi ortak kararla hızlı reaksiyon göstermediğini, bunun yerine bireysel devlet kararlarıyla hareket edildiğini ve bu durumun da virüsün yayılma hızını ne yazık ki çok hızlandırdığını görmekteyiz. Bunun en üzücü örneği ise ne yazık ki İtalya’daki tablodur. Bu kararların arkasında ise AB’nin zayıflayan iç dinamikleri gösterilebileceği gibi, sahip olduğu farklı kültürel gerçeklikler ve ekonomik bağımlılıkları da temel etkenler arasında sayılabilecektir.
Çizdiğimiz bu kapsam içerisinde “Türkiye hangi modele girmektedir?” Bu mücadele şekli bu haliyle bir model olabilir mi?
Cevap vermesi oldukça güç bir tanımlamadan bahsediyoruz. Çünkü resmi olarak Türkiye’de açıklanan ilk vaka tarihinden daha öncesinde de virüse bağlı gerçekleşen hastalanmalar ve/veya ölümlerin kayıtlara farklı şekillerde geçirilebildiğini veya geçirilebileceğini en yakın zamanda Altaç Yalman örneğinde rahatlıkla görmekteyiz.
Resmi vaka tarihinden sonraki hareket şekillerine bakıldığında ise, toplumun bir kısmında tezahür eden boş vermişlik halinin bir kısım siyasilerde de var olduğunu düşünmek mümkün. Evden çalışmaya veya dijital çalışma platformlarına devlet yönetimi olarak dahi hazır olmayan Türkiye Hükümeti, kademeli olarak halkı evde kalmaya alıştırmayı seçmiş, potansiyel hastalara evde test imkânı vermeyip/veremeyip bunun yerine enfeksiyon kapma veya dağıtma riskini artıran bir uygulamayla hastaları normal şartlarda yeterliliği tartışılan hastanelere sevk etmeyi tercih etmiştir. Belki de en önemlisi, yurt dışından giriş yapan vatandaşlarımıza olması gerektiği gibi karantina sağlayamamıştır.
Vatani görevlerini yapmakta olan Mehmetçiğimize ve canları pahasına her koşulda görev yerlerinde bulunmak zorunda olan rütbeli askeri personelimize yönelik hemen hemen hiçbir önlem almayan değerli Silahlı Kuvvetlerimiz ve Millî Savunma Bakanlığımızın eski paşalarımız ise seferberlik ilan ettiklerine şahitlik etmekteyiz.
Türkiye gerçekten de Koronavirüsü ile mücadele etmekte midir?
İyi niyetli bir yaklaşımla Hükümetin gecikmeli kararları ve reaksiyonları incelendiğinde “başarısızlık” gibi görülse de bakış açımızı değiştirdiğimizde yaşananlar bir “başarı hikayesi” halini alabilir mi?
Türkiye’de resmi olarak ilk Koronavirüsü vakasının açıklamasının yapıldığı tarihten hemen öncesine bir bakalım.
Ekonomik açıdan her geçen daha da kötüye gittiğimiz birçok ekonomist tarafından dillendirilmekteydi. Ekonomi Bakanımız ulusal ve uluslararası platformlarda dile getirdiği projeler ile Türkiye’ye dış kaynak aktarımını ve iç yatırımları artırma çabası içerisine girse de Türkiye’deki siyasi belirsizlik ve adaletsiz ortam ekonomik olarak da Türkiye’yi uçuruma sürüklemekteydi.
Resmî açıklamalarda ifade edilen şekliyle, milli menfaatlerimiz doğrultusunda, Rusya’ya ve İran’a rağmen, ordumuzu soktuğumuz Suriye’de onlarca ve belki de açıklanmayan rakamlarla yüzlerce şehit vermiştik. Türk halkı bu durumun acısı içerisinde kıvranmakta, TV kanalları her gün bu konuyu tartışmaktaydı.
Rusya ile birlikte Nükleer Santral inşa etmekte, hava savunma sistemimizi Rusya’dan tedarik etmek için askeri anlaşmalar imzalamaktayken, bir yandan da Rusya’yı savaş ortamında karışımıza aldığımız, NATO’dan ve tüm Batı ülkelerinden koşar adım uzaklaştığımız bir dönem yaşamaktaydık.
Sonra bir anda bu tartışmalar tümden kesildi. Haber kanallarında tartışmalar son buldu. Kimse artık bu konuların adını bile anmaz oldu. Peki ya ne oldu?
Her gün gençlerimizi tek tek yutan Suriye bataklığından, ülkemizin her gün daha da sürüklendiği o ekonomik buhrandan bizi kurtaracak bir el lazımdı. O el VİRÜSLÜ dahi olsa ona uzanacak kadar çaresizdik.
O VİRÜSLÜ EL bizim hiçbir derdimize çare değil belki ama efsunlanmış gibi hepsini unutmamızı sağladı belki de…veya unutturulmasını…
“Mış” gibi görünen uygulamalar bir model olmayacağı açık iken, İngiltere gibi “doğal seleksiyon” veya “sürü bağışıklığı” stratejilerini de benimsediğini ilan etmemiş Türkiye için bir modelden bahsetmek mümkün müdür?
O zaman bu şartlar altında tüm olumsuzlukları bir çırpıda kamufle edebilecek bir “virüs belası” kimleri için “ALLAH’IN BİR LÜTFU” olarak görülebilir mi?
Yorum sizlerin…